duygusuz...

Sıcaktan soğuğa geçerken,
İyiyi seçmeyip kötüyü seçerken,
Güzel ile çirkini ayırt edemezken,
Dünyanın tüm tanrılarını karşıma alırken,
Belirsize doğru yürürken,
Bir solucan olmaya yaklaşırken,
Acıyı iliklerime kadar hissederken,
Çok mu umurumdaydı bu hayat?
Bir şeyleri değiştiremedikten sonra.

Ne istiyordum?



“Ne istiyorsun ?” dedi.
Ne istediğim konusunda o an pek bir fikrim yoktu. Ama onun benden bir şeyler istediği kesindi. Diğerleri gibi oldu gözümde. Müzik, şarap şişesi, sigara, içinde bulunduğumuz oda, kızıl saçlarında parlayan ışık sıradanlaşmıştı bir anda. Keyfim kaçmıştı. Büyü bozulmuştu bir kere. Sorulmaması gereken bir soru sorulmuş ve verilmemesi gereken bir cevap bekleniyordu. Kendimi kapana kısılmış ve aciz bir durumda hissettim. Büyüyü bozan soru hala sessizlikteki bir çığlık gibi keskin bir şekilde kulaklarımda çınlıyordu. Ne istiyordum ?!

Deniyordum. Kendi dengemi bozmadığı sürece her şeyi deniyordum. Ama bir türlü olmuyordu. Kadınlar doğru parçaları olmayan yap-bozlar gibiydi. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın onları tamamlayamazdınız. Hiçbir zaman bir yap-bozu tamamlamak istemedim. Ama yap-boz çözülmesi gereken bir problem gibiydi. Çekici ve kışkırtıcıydılar. Parçaları yerine koymaya çalışmaktan büyük keyif alıyordum. Nerde duracağını biliyorsan ciddi bir sorun yoktu ortada. Ama sınırı geçip de yap-bozu tamamlamaya çalışırsanız Tanrı yardım etsin size! Tabii Tanrı’ya inanıyorsanız.

Beyoğlundaydım. Tünelden meydana doğru yürüyordum. İnsanların yüzlerinden çok vitrinlere bakmayı tercih ediyordum gene. Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki tekel bayinde her zamanki şansımı deniyordum. 2 liralık sayısal loto hayatımı kolaylaştırabilirdi. Şans çok az da olsa bu oyunda insan denemeden bilemezdi. Tekel bayinin hemen yanındaki Aznavur pasajına yöneldim. Sıklıkla uğradığım kitapçıya yeni bir şey var mı diye bir göz attım. Yeni bir şey yoktu. Meydana doğru olan yürüyüşüme devam ettim. Savaştan mağlup çıkmış bir komutan edasıyla! Atlas pasajına yaklaştığım sırada telefonum çalmaya başladı. Metin arıyordu. Dershaneden tanıdığım bir arkadaşımdı. Çok sık olmasa da senede 5-6 kez görüşürdük. İkimiz de farklı şehirlerde okuduğumuz halde irtibatı koparmamıştık. Bu şehri istemeyerek de olsa bırakıp giden bendim. O ise burada kalmayı becerip bu şehrin nimetlerinden faydalanmıştı. Buraya geri dönerken hep sıra bende diye düşünmüştüm. Ama sıra bir türlü bana gelmemişti. Sanırım şehir değişmişti. Arkamda bıraktığım şehirden farklıymış gibi hissediyordum. Belki de ben değişmiştim.

“Nerdesin?”
“Beyoğlundayım.”
“Nevizade’ye gel.”
“Peki” dedim. 5 dakika sonra yanındaydım. Yalnız değildi. Yanında iki hatun vardı. Özellikle kızıl saçlı olanı hemen dikkatimi çekmişti. “Gündüz ” dedi hatunlara bakarak. İkisi de hemen isimlerini söylediler. İlknur ve Burcu. Kızıl olanı Burcuydu. “Memnun oldum” dedim. Oturdum ve hemen bir votka limon söyledim. Kızılımla ilk kez o an göz göze gelmiştim.

Kızıl saçlı hatunlara karşı bir takıntım vardı. Hem de delicesine! O alev gibi parlayan saçlarıyla bir uyarı lambası gibiydiler. İnsana orda olduklarını fark ettiriyorlardı. Yüzlerce insanın arasından bir kızılı hemen fark edebiliyordum. Otomatikleşmiştim. Bir kızılla farklı hissediyordum. Alev gibi saçları büyülüyordu adeta beni. O alevler hiç bir zaman onların kafalarında durmadı. Bir şekilde bana da sıçrayıp beni yakıyorlardı. Ama yanmak istemiyordum artık.

Sessizlik devam ediyordu. Hayalkırıklığıyla beraber! Ben beraber yaşamak istiyordum ama bir ilişki istemiyordum. Olabileceğimiz kadar birlikte olmak istiyordum ama aşk istemiyordum. Sevgi istiyordum, birbirimize tahmmül edebildiğimiz kadar. Soru istemiyordum. Bir kısıtlama istemiyordum yaşamımda. Zamana bırakmak istiyordum herşeyi. Sadece ona güveniyordum çünkü. Bunların hiçbirini ona söyleyemedim. Kızıl saçları çok sönük görünüyordu artık. Bardağımdan son bir yudum aldım ve hiç bir şey söylemeden kapıyı açıp karanlığın içine bıraktım kendimi.